
Freud, tarihsel süreç boyunca hâkim dini öğretilerin bir bilinçdışı oluşumunu ele alarak karabasanların nasıl insanları etkilediğini araştırmıştı; bunlar da kâbuslar içerisinde histerik semptomlara benzerdir. Freud, hastalarından kendisine rüyalarını anlatmasını istemişti, böylece bellekte oluşan bir fikirden geriye doğru izlenmesi gereken ruhsal zincire bir rüyanın da eklenebileceğini göstermişti. Bundan sonra, rüyanın kendisini de bir semptom olarak değerlendirip, geliştirdiği yorum yöntemini rüyalara da uygulamaya geçmek için sadece küçük bir adım atması yeterli olmuştur.Devamını oku…
Batuhan Demir

Freud’un 1929’da yayınlanan kısa makalesi “Bir Dini Deneyim”deki tarzı ve ifadelerinin tonu, onun yakın çevresindekilerle konuşurken veya mektuplaşırken konu din ise takındığı tutumun izlerini barındırır: Alaycı, nüktedan ve biraz da yukarıdan bakan. Ancak öte yandan Kovel’in (1990) işaret ettiği gibi Freud kendine özgü bir spritüel yönelime sahiptir; bazı batıl inanışları vardır ve de insani varoluşu “ruh”sal dinamiklere öncelik vererek anlamaya çalışır. Bu özelliklerin sonucunda bir gözünün dinin işgal ettiği sahada olmasından daha doğal bir şey olamaz. Zaten dini çevrelerin de bir gözü onun üzerindedir. Bu bazen yakınlık kurmaya çalışan samimi bir çaba, bazen ise nefretli saldırılar halindedir.
Türk ve Müslüman olduğumuzu söylediğimizde “ben”in bir “biz”e ait olduğunu dile getirdiğimizi düşünme eğilimindeyizdir. Yani “var”oluşumuz bir aidiyet ilişkisinde tanımını buluyormuş gibi görünür; cemaat içinde “olmak”, “ait-olmak” gibidir. Önce şu soruyu soralım: “Ben” dediğimizde işaret ettiğimizi düşünme eğiliminde olduğumuz gibi kendiliğinden verili bir çoğul “ben”ler; “biz” var mı? “Biz” kendiliğinden verili bir kavram mı? “Biz”lik bir bilinç meselesidir aslında; kendiliğinden verili bir “biz”den söz edemeyiz. Homo sapienslerde bir tür sürüleşme eğilimi olduğunu seziyoruz.
İnsan türünün evrim süreci (filogenez), tek bir insanın biyo-psiko-sosyal gelişim sürecinde (ontogenez) tekrarını bulur. Bu tekrarın, biyolojik yansımasından öte psiko-sosyo-kültürel boyutunun da var olması, psikodinamik öğretileri, tek bir insanın tarihinden edinilen verilerin, insanlık tarihinin anlaşılmasına –birebir uyarlanamasa da– zengin katkılarda bulunacağı varsayımına götürür. Elbette ki bu savın tersi de doğrudur (Brown 1996, Neumann 1974, 1978).
Mitler mitolojinin temel taşlarıdır, çoğunluğu hikaye veya söylence şeklinde anlatılarak binlerce yıl boyunca kulaktan kulağa, kuşaktan kuşağa nakledilmiş ve yazıyla birlikte günümüze kadar ulaşmış olaylar ve yorumlardır. Aslında çoğu düş ürünü veya gerçek dışı efsanelerdir ancak hepsinde gerçeğe ve yaşanılan zamana göndermeler vardır. İnsanlığın geçmişiyle geleceği arasında bir köprü oluşturan mitlerde semboller ön plandadır. İnsanlık, doğaüstü güçler ve olağanüstü olaylarla açıklanmaya çalışılmış, hastalıklar ve ölüm gibi insanı derinden etkileyen olaylar bu yolla çözümlenmeye çalışılmıştır.
1930 Eylül’ünde Almanya’da Nazi partisi Reichstag seçimlerinden ezici bir zaferle çıktı. Adolf Hitler’e ve partisine iktidar yolunu açan bu zafer, çıplak kötülüğün yıllar sürecek kanlı saltanatının belki de ilk habercisiydi. 7 Aralık 1930 tarihinde Arnold Zweig’e yazdığı mektupta Sigmund Freud geleceğe dair karamsarlığını gizleme gereği duymayacaktı: “Karanlık zamanlara yaklaşıyoruz. Geç yaşımın kayıtsızlığı sayesinde belki bunun için endişe duymam gereksiz ancak yedi torunuma acımaktan kendimi alıkoyamıyorum.” (Quinodoz, J.M., 2006).
‘Mit’-oloji, geniş sözcük anlamıyla, masal, mitos, epos, efsane, halk hikâyesi gibi tüm ‘sözel’ kolektif ürünleri kapsar: İç ve dış gerçeklik arasındaki, anlamlı nedensellik-biraradalık bağlantısının, yansıtma ve içe-alma gibi psikodinamik yöntemlerle sağlandığı metaforik öykülerin alanıdır. Bu sembol-yoğun öyküler, bireysel psikoloji düzleminde rüyaları andırırlar ve rüyalar gibi, elbette ki tarihsel ve sosyokültürel çerçeveleri içinde işlenebilir, yorumlanabilirler.
Mitolojideki her olayın ve olay kahramanının yaşanılan zamanda bir karşılığı vardır. Prometheus’unda günümüzdeki karşılığını yerleşik düzene başkaldıran bir mitolojik kahraman olduğunu düşünüyorum. “Önceden düşünen” anlamında olan Prometheus, tanrısal düzene kafa tutmuş, karşı çıkmış sonunda insanoğlunu yaratarak ve onlara ateşi bir başka anlamda aydınlığı, bilimi, uygarlığı vererek düzeni değiştirmiştir. Olympos Tanrıları kuvvetlidir, kudretlidir, buna karşın Prometheus akıllıdır, kurnazdır, yaratıcıdır, zekidir. Titanların isyanları sırasında tarafsızlığını korumuş ve başkaldırmamış bir Titan oğlu olarak Zeus’un gözüne girmeyi başarmış, böylece Olympos’daki ölümsüzlerin arasına alınmıştır. Bu stratejisi onun Zeus’tan dedelerinin öcünü alabilmesi için kurnaz bir plandan başka bir şey değildir.
Analitik Psikoloji ya da Kompleksler Psikolojisi Okulunun kurucu babası, İsviçre‘li Carl Gustav Jung (1875-1961) tıp ve psikiyatri kökenli bir ruh çözümlemecisidir. Psikolojik tiplemeler, kompleksler teorisi ve sözcük çağrışım testi gibi özgün bilimsel katkıları, günümüz psikolojisi ve psikiyatrisi içinde yerini muhafaza etmiştir. Ancak Jung‘u okul yapan, bütün insanbilimlerine yansıyan türevleriyle sembolbilim çalışmaları ve (kişisel/ortak) bilinçdışının dinamik ve görüngülerini irdeleyen yaşam eseridir. Bu katkı antropolojiden teolojiye, psikolojiden felsefeye, etnolojiden sosyolojiye geniş bir alanda değişim ve dönüşümlere yol açmış, kuantum fiziği gibi uç doğa bilimlerinde eşzamanlılık [sinkronisite] gibi yeni açılımları öngörmüş ve önermiştir.